İtalya'nın belki de en bakımlı kadın ve özellikle erkeklerinin! bulunduğu Milano'dan ayrılma vakti geldi ne yazık ki.Şimdi de Cenevizlilerin memleketi olan Cenova'ya doğru yola koyuluyoruz.
Biraz uyuyarak, bolca ikramlardan atıştırarak ilerlerken yine kurallara göre mola vaktimiz ugeliyor, 30 Km de bir bulunan AutoGrill'e giriyoruz. Bu defa makarna yemek niyetindeyim.
Değil makarna, hiçbir şey bulabilmek mümkün değil, kedi gibi dolanıyoruz vitrinlerin önünde; şu bakımdan; çoğu şey domuz eti ile yapılmış. Arkadaş o spagettiyi sade ver bana, niye ille sosluyorsun, belki ben yoğurt ile karıştıracağım, mayonez sıkacağım. Yok ille karıştıracak ve sosları da ne yazık ki domuz etli :(
En sonunda İngilizce bilmeyen satıcının pakete bakıp içinde domuz eti olmadığını tarzanca garantilemesiyle bu patates karışımı yavan şeyi yemeğe karar veriyoruz, az da meyve tamamdır. Tavsiye etmem elbette, siz peynirli tost yeseniz daha iyi olur :) Biz tostları çıkışta gördük ne yazık ki :(
Yolculuğumuza yemyeşil doğa eşlik ederken bir anda duruyoruz, ne olduğunu anlamak mümkün değil ama önümüzdeki kuyruk da bitecek gibi değil. Aman nasılsa açılır diye beklerken, büyük bir kaza olduğunu, yollara akaryakıt döküldüğünü, daha saatlerce bekleyeceğimizi öğreniyoruz.
Arada bulduğumuz tüm Autogrillere giriyoruz tek tek, kahvelerimizi yudumluyoruz.
Marketinde turlarken gözümün içine bakan, bu dünya tatlısı kaplan yavrusunu görüyoruz. Kasadaki kadın düğmesine basıp korkunç bir ses çıkarmasını sağlayana kadar böyle şirin bilmiştik biz onu efendim:) Sizi de aldatmasın, çok vahşi kendileri...
İtalyadaki en fazla tünel Milano-Cenova arasında var sanırım, sürekli bir tünelden çıkıp yenisine giriyoruz.
Bu arada elbette otobüste hararetli bir gruplaşma ve fısıldaşma başlıyor. Rehberin ne kadar kötü olduğu, başka turlarda rehberin yolcuları eğlendirmek için şarkı söyleyip, fıkra okuduğu! (bu en can alıcı noktasıydı) çok anlatmadığı (ki hiç susmadı adamcağız)..vs mahalle dedikodusu başlıyor. Yolculuğumuzun belli aşamalarında gerginlikler yaşandı, hatta adama beddualar bile okundu.
Bunları söyleyen grubun daha önce hiçbir tura katılmadığını düşünüyorum, yani adam mikrofonu alıp şarkı söylemiyor diye (ki ben öyle olsa kendimi camdan dışarı atardım) vik vik vik konuşmak çok can sıkıcı ve saatlerce bunun gibi muhabbetler, yolda kalmaktan daha berbat :(
Dilerseniz Cenova'dan; George Clooney'in evi bulunan Como gölüne veya adına şarkılar yazılan Portofino'ya geçebilirsiniz. Bunlar turda ekstraya giriyor, ve biz özellikle Portofino'yu çok istememize rağmen pinti tur arkadaşlarımız sayesinde yeterli kişiye ulaşamadığımızdan gidemiyoruz.
|
Como Gölü |
|
Portofino |
Hani size turun başında insanın enerjisini çeken yaşlı bir amca teyzeden bahsetmiştim. Kısaca negatifler diyelim biz onlara. İşte onlara göre bizim paramızı almak için yapılmış turlarmış bunlar, ne gerek varmış. Teyzecim sen niye yaşıyorsun, nefes alıp vermek de problem olmuyor mu acaba senin için.
3 saatlik yolu, adım adım 7 saatte tamamlıyoruz, kimsenin Cenova görecek hali kalmamış diye düşünürken otobüsten indiğimiz anda yeniden şarj oluyoruz. Otobüsün önüne toplanan Senegallilerden Cenova magnetlerimizi de aldık mı tamamdır. 1 Euro, sakın kazıklanmayın :)
İndiğimiz yer Limanın ön cephesi. Sahilinde turluyoruz. Burası Kristof Kolomb'un memleketi. Hani şu Atlantik okyanusunu aşarak, Kuzey Amerika'yı bulduğu söylenen kaşifin.
İskandinav Vikinglerinin yüzlerce yıl önce Amerika'ya ulaşmış olduğu tarihsel belgelerle kanıtlanmış olmasına rağmen böyle anılıyor nedense. Kristof Kolomb, Amerika'yı keşfetmemiştir sadece buranın Hint adaları olduğunu sanıp böyle bir kıtanın varlığını dünyaya duyurmuştur. Ancak keşfettiği yerin yeni bir kıta olduğunu anlayamadan da ölmüştür.
Burası denizcilik konusunda özellikle Andrea Doria zamanında bir hayli önemli bir yere sahipmiş.
Cenova bizim gibi Egeli olan arkadaşlarında fark edeceği üzere aynı İzmir'e benziyor, güzel bir kıyı şehri.
Sahilinde dev bir akvaryum var, biz zamanımızı yolculukta tükettiğimizden giremiyoruz. Fakat siz vakit ayırabilirseniz mutlaka gezin derim.
Birden gözümüze ilginç bir şey çarpıyor, birebir ölçülerinde tam bir ortaçağ korsan gemisi. Hemen önünde çeşit çeşit resim çekilmeye başlıyoruz, kadraja sığdırmak bile çok zor.
Bu gemi Roman Polanski'nin Korsanlar filmi için özel olarak yaptırılmış, şimdi ise müze olarak gezilebiliyor. Neee hala düşünüyor musunuz:)
Kendi başımıza bu kadar turlamak yeterli sanırım, ardından rehberimizle şehri gezmeye başlıyoruz. Öncelikle pastel renkli binaların limanın karşısında harika bir manzara oluşturmasını zevkle izliyoruz. Dikkatimizi çeken en önemli şey; istisnasız hepsinde bulunan yeşil panjurlar.
Her bina sanat eseri gibi. Tek tek resimlemek geçiyor içimden. Yani ben çektim de korkmayın hepsini burada yayınlamayacağım, çoğunu attım arşive gitti.
Ne yesem diye düşünmeyin, burada bol bol Dönerci görmek mümkün :)
Burası meşhur San Lorenzo Duomosu. Hatırlayalım; Duomo (Katedral), neydi; oradaki en büyük din adamının (Katedra'nın) bulunduğu yerdi değil mi:) Doumo'nun siyah-beyaz çizgili Gotik ön cephesi 13.yy tarihli.
Limandan yukarılara doğru çıktıkça bu defada önümüze Palazzo Ducale geliyor olacak. Bir zamanlar Cenova düklerinin yaşadığı bina, günümüzde ise önemli bir sanat ve kültür merkezi olarak kullanılıyor.
Sokaklar insan kaynıyor, keyifli bir yolculuk oluyor bizimki. Kemerlerin altından geçiyoruz, Kristof Kolomb'un evinin önündeyiz. Ne yazık ki içeri girilmiyor.
İşte şehrin merkezi Piazza De Ferrari. Etrafındaki binalar dilinizin tutulmasına neden olabilir dikkatli olun. En gösterişlisi olan şu sağdaki bina bugün postane olarak kullanılıyormuş. Arkadaş nasıl kıyıp da çalışıyorsunuz orada.
Etrafında arkadaş grubu ile oturan, şarkılar söyleyen gençler görürseniz şaşırmayın. Keyfini çıkarın. Bu arada gözümüze Türkiye'yi bayağı sallayan parası ve gümrük vergileri ödenmemiş, bir iş adamının bakanın koluna taktığı saatin markası ilişiyor. İşte meşhur saatin mağazası; Patek Philippe.
Otele gitmek için turdakilerle yola koyuluyoruz, fakat geldiği yoldan gitmesini sevmeyen bir aile olarak, ara sokaklara hafifi bir dalış yapıveriyoruz, biraz da kaybolalım değil mi. Çok da iyi yapıyoruz, işte Cenova'nın arka sokakları...
Yer gök bu örgü süslerle dolu...
En sonunda grupla buluşup, otobüsümüze atlıyoruz, pencereden bakınca yolun kenarına kurulmuş, kapısı falan bulunmayan gir-işini gör-çık wc ilişiyor. Bu nedir yahu...
Hadi bakalım götür şoför bey amca bizi Astoria Otel'e. Kaldığımız en tarihi ve kişilik sahibi oteldi diyebilirim. Asansörü eski tip, antika bir alet.
Odalar, pencereler hepsinin tarzına bayıldım.
Sevgilimin göbişi ve asansördeki yorgun Özlem :)
Tabii sanki odada zaman mı geçiriyoruz hayır efendim açız ve etraftaki bir restoranda takılalım diye düşünecek insanlar da değiliz ne yazık ki. Bavulları bırakıp, otelden bir harita kapıyoruz. Hava kararmış, biz bilmediğimiz bir memlekette, sevdiceğimle bir başımıza keşfe çıkıyoruz. Ne heyecanlı ama di mi :)
Haritayı ikide bir ışıklı bir ortamda duvara dayayıp çevirip duruyoruz, acaba ne tarafa gidiyoruz diye.
İnsanlar azalınca korksak mı ki diye düşünürken, beller ortada, ellerde bira, minicik şortlu ve gencecik 2 kızın bankta oturmuş sohbet ettiğini görüyoruz. E yuh artık onlar korkmuyor da yanında Eyfel Kulesi kadar sevgilisiyle ben mi korkacağım. Pes yani.
Porto Antico (Antik Liman) adından çok farklı, modern bir yer. Etrafındaki güzel restoranlardan birine oturuyoruz. Hemen karşımızda Asansör tarzında bir alet var. Sizi belli bir yüksekliğe çıkarıp manzarayı seyrettiriyorlar. Bize çok cazip gelmedi.
Ne yedik dersiniz, elbette ki makarna. Bu defa Bolognese Spagetti, üzerine de elbette ki; Tiramisu. İtalya'da tiramisuyu bizim gibi dilim olarak vermiyorlar, ayrı tabaklarda geliyor. Eve gidince ben de aynı şekilde yapacağım azmettim :)
Güzel birer kadeh ev yapımı şarapla beraber hesap; 32 Euro tutuyor. İnternet ücretsiz fakat berbat çekiyor.
Antik liman çok neşeli ve hareketli. Sahil kenarında onlarca restoran var. Hepsi de tıka basa dolu. Arada Türkçe konuşmalar duyuyoruz.
Dilerseniz antik limandan kalkan teknelerle 5 köy anlamına gelen Cinque Terre'ye de gidebilirsiniz. Denizin üzerinde kayalıklar üzerine kurulmuş yanyana 5 köyü anlatmak için kullanılıyor. İnsanlar hala 700 yıllık binalarda yaşıyorlar ve tarihlerine her anlamda sahip çıkıyorlar.
Rehberimiz manzarasının müthiş olduğunu da anlattı durdu tüm tur boyunca. Unesco dünya mirası kabul ediliyor ve korunuyor. Zaten İtalya'da 40 dan fazla yer bu şekil koruma altında, Türkiye de ise 12 adet. Biz; zamanımız kısıtlı diye bunu başka bir İtalya gezisine ertelemek zorunda kaldık.
Biosphera; denizin içinde, çeşit çeşit kuşların yaşam alanı olarak dizayn edilmiş bir yer. Fakat zamanla kuşlar birer birer ölünce, bu hayallerinden vazgeçip, denizde yetişebilen bitkiler ve ağaçlar ekmişler. Şimdi botanik bahçesi şeklinde kullanılıyor.
Sanat eseri nasıl ama :) Bir de arkası var onu koyamadım artık :)
Ferrari meydanına gelince tabela görüyoruz ücretsiz wifi. İşte bu resim ne kadar sevindiğimin kanıtıdır. Sevgili de yememiş içmemiş beni çekmiş :)
Bayılıyorum Cenova'ya. Hele akşamı tam benlik.
Haritayı açıp geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz. Biraz karışık gibi gelse de otel merkeze yürüme mesafesinde ve çok yakın.
Artistik asansörümüze binip, resim çekiliyoruz. Yüksek tavanlı, yeşil panjurlu keyifli odamıza girip, anında uykuya dalıyoruz. Off ne yorulmuşuz ama...
Sabah kahvaltısından sonra yolumuz çok keyifli geçecek, çünkü ertesi gün Pisa Kulesindeyiz. Heyecanla bekliyorum. Siz de bizden ayrılmayın, birlikte gezelim olur mu.
Şimdilik kucak dolusu sevgiler gönderiyorum, çok yorulduk bugünlük bu kadar...